Doğuştan itibaren insanın yetişmesi ve hayata atılmasına kadar maruz kaldığı şartlar onun ve toplumun altyapısını oluşturur. Ailesi tarafından karşısındakine saygılı, kendi hakkını ve karşıdakinin hakkını gözeten, doğruyu savunan yanlıştan uzak kalmaya çalışan bir birey olarak yetişenlerle, önce kendini düşünen, kendi hakkını her şeyin üzerinde gören ve kazanmak için her yolu mubah gören bir birey arasındaki uçurumlar kadar farkı herkes hayal edebilir. Sonunda da adil ve ahlaklı olan bireyin kısa vadede olmasa da uzun vadede kazançlı çıktığına çoğumuz şahit olmuşuzdur.
Ailede kazandığı özellikleriyle okula başlayan çocuklar bu özellikleri değiştirmekten ziyade geliştirmeye başlarlar. Ancak sağlam bir eğitim sistemi içerisinde yanlış olan özelliklerini törpüleyebilir ve doğru tercihleri benimseyebilir. Hz. Mevlana der ki “çocuk elmayı görmeden, kokulu soğanı elinden bırakır mı?”. Okula gelen çocuk elinde ya bir elmayla ya da kokulu soğanla gelir. İşte öğretmenlerimizin, eğitimcilerimizin yapması gereken de çocuğa mis kokulu, lezzetli elmayı vermek ve kokulu soğanı elinden almaktır. Okul çocuğun ikinci evidir ve o sıcaklığı, aidiyet duygusunu tatmalıdır. Elbette bir gün bir meslek sahibi olabilir, ama daha önemlisi o mesleği severek ve gereği gibi yapabilmesidir. Ülke kalkınmasının temelinde de bu yatar. Çocuklara o mesleği öğrenme, sevme, yapabilme ve o meslekten hayatını kazanabilme fırsatı verilmelidir. Bu sosyal devlet olmanın da gereğidir.
Bugün okullarımızda çok özverili hem eğitim hem de öğretim açısından kendisinden fedakarlıklar yaparak çocukları yetiştirmeye çalışan, kendi ışığından çocuklara ışık vererek onlarında etrafına ışık saçmasına çabalayan elleri öpülesi öğretmelerimiz var. Ama ne yazık ki sayıları az. Hem sistemden, hem de toplumsal ve ailesel yapıdaki bozulmalardan dolayı zor şartlarda çalışıyorlar. Bir yanda maddi yetersizlikler, bir yanda veli baskısı, bir yanda onun başarısını ve güzelliğini çekemeyen meslektaşları ve yöneticileri, bir yandan da elinden soğanı bırakmaya direnen çocuklar. Ama onlar yine de vazgeçemedikleri meslek ve vatan aşkıyla ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Yaşantılarıyla, duruşlarıyla, konuşmalarıyla, giyimleriyle, çalışma biçimleriyle olması gereken ve örnek alınması gereken öğretmelerimiz. Allah sayılarını artırsın.
Burada yanlış öğretmen modeli tanımlaması yapmak zor, hatalı ve gereksiz olur. Biz doğru olanı arayalım. Gerisi yanlıştır zaten. Belki onlarda zamanında doğru öğretmenlerle karşılaşsalardı, ellerinde ki kokulu soğanı bırakacaklardı. Ama şu açıktır öğretmenlik sadece bir meslek değil bir yaşam biçimidir. Yani bir toplumun sağlıklı ya da sağlıksız olmasında öğretmen kalitesinin önemi yabana atılamaz. Başka bir mesleğe “kutsallık” sıfatı bu kadar yakışmaz. Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Bu sebeple bu mesleğin kutsallığına inanan insanlar bu mesleği icra etmelidir. Puanı düşük, kolay iş bulurum, kolay eş bulurum diye öğretmenliği seçenlerin çok olduğu bir toplumda bunun bedelini bir nesil öder. Dinimizde, kültürümüzde, tarihimizde öğretmenlik her zaman kutsal sayılmış, öğretmenler ise saygı duyulan, sözüne itibar edilen örnek kişiler olarak bilinmiştir.
Bir toplumun refahı, gelişmesi, büyümesi o toplumun eğitim sisteminin sağlamlığı ile doğru orantılıdır. Japonya, Güney Kore gibi başarılı Uzakdoğu ülkeleri bunu zamanında fark etmiş ve eğitime yaptıkları alt yapı harcamaları ile yetişmiş işgücü sayesinde ülkelerinin bugünü kurmuşlardır. Genç nüfus bir ülkenin en büyük zenginliğidir. Ama sağlam bir eğitim sistemi yoksa bu zenginlik değil, bir problem olur. Sağlam eğitimin temelleri ailede atılır ve okullarda geliştirilir. Ekonomi, sağlık, savunma, dış ticaret hangi politika olursa olsun, hepsinin de başarılı olmasında sağlam eğitim temeli esastır.